https://istanbul-fatih34.tr.gg

İSLAM VE İÇTİHAD İLE SİYONİZM


 


YUNUS EMRE VE TÜRK İSLAM TARİKAT RUHU
 


Kazakistan'da Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin
Türbesinin bulunduğu medreseye gitmeyenler
O yapının içine girip tarihî gözünde canlandıramayanlar
Medresenin dışındaki kuşların kanat çırpmalarını görüp
Bu sesler içinde Türk-İslam tarikat ruhunu
OrtaAsya bozkırlarında nasıl at koşturan
Atalarımızın Anadolu'ya ve  Osmanlıdaki maneviyata
Nasıl ulaştıklarını yüreğinde hissedemeyenler
Tarikatın özünü kavramakda zorlanacaklardır
Yunus Emre kırk yıl boyunca dergahta eğitim gördü
Her gün dağa çıkarak sırtına yüklediği odunları indirdi.
Ömrünün 40 yılını bu sabrına adadı

Kalbinin yüreğinin aydınlığa ereceği günü bekledi
Tarikat bir uzun yoldur ve bunun bir eğitimi vardır
Osmanlı ile birlikte bu eğitim ve tarikat olayı bitti
Kimki " Ben Osmanlı'dan sonra Taptuk Emre'nin
Hoca Ahmet Yesevi'nin yolunda yürüyen
Türk-İslam Tarikat ruhuna göre dergaha devam eden
Tasavvuf ehli bir Sufi acizim " diyorsa yalancıdır
Osmanlı'dan sonra ne bu ruh kaldı nede tarikat kaldı
Hepsi sırçadan saray gibi tuz ile buz oldu gitti
40 yıl eğitim görüp tevhidi tedrisattan geçmeyen
Ne tarikatçi olabilir nede sufi olup kamil olabilir
Osmanlı'dan sonra yasaktır tarikat ve öyle kalacaktır


ISLAMGREEN34 NEW WORLD

 


TARİH VE FİRAVUNİZM

FORUM ALATURKA İSLAM İSTANBUL 

METİN CELAL DİRLİKOĞLU
( Ankara Üniversitesi Tarih Bölümü )
 

" Tarih ve İçtihad "

Orta okulu bitirene kadar
Tarih dersini severdim
Lise yıllarımda bizlere tarih diye okutulanın dışında
Farklı bir tarih anlayışı varmıdır diye araştırmaya başladım
Çünkü ilk tarih öğrenmeye başladığımdaki
Bana tarih diye anlatılan şeyler ile
Sonraki anlatılan tarih
Aynı tornadan çıkmış gibi aynı şeylerdi
Ezberlenmiş tekerlemelerdi
Anlatlanları papağan gibi ezberlediğimiz için
Tarihe olan ilgim artık kaybolmuştu
Tarih denilen şey
Bilim,tıp gibi değişen ve gelişen
Bugün için doğru
Yarın ise yalan dünya gibi yalan olan
Bir şeymidir diye araştrmaya başladım
Kadir Mısıroğlunun şimdi ismini unuttuğum
Bir kitabını okuyunca
Tarihinde diğer bilim dalları gibi
Bugünlük doğru kabul edilen
Yalanlardan ibaret olabileceğini düşünmeye
Tarih ve tarihçilerden uzak durmaya başladım
Kadir Mısıroğlunun elimdeki bu eserini tekrar okuduğumda
Tarih ve tarihçinin yalan ile meşgul olmaması gerektiğini
Okuduğu tarih kitabına bağlı kalmayarak
Ve okuduğu tarihi doğru kabul etmeyerek
Sürekli şüphe ile meşgul olarak
Bıkmadan usanmadan belge ve bilgi toplamasının 
Gerekli olduğunu düşünmeye başladım
Rabbime şükürler olsun
Ve Kadir Mısıroğlundan Allah razı olsun
O gündür bu gündür
Tarihçilerin etkisinde kalmayarak
Her insanın yanlışının olabileceğini
Yanlış insanın yazdığı
Tarih,tıp veya kanunun alt yapısını oluşturan
Hukuk gibi konulardada
Yanlışların olabileceğini
Bu yüzden insan eliyle çıkan her türlü yazının
Doğru kabul edilmesinin 
" Doğruluk yalnızca Allaha mahsustur "
Düsturuna aykırı olacağını düşünmeye başladım
İnsanı Allah yaratmıştır
İnsan için hayrı ve şerri Allah bilir
Sanki insanı insan yaratmış gibi 
İnsana faydalı veya zararlı olanı
İnsanın bilmesi mümkünmüş gibi
Bulduğu ilacın hastalığın tek ilacı gibi
İnsanlara kabul ettirmeye çalışan doktorun
İnsan için doğruyu yanlışı bilen
İnsanı yaratan Allah iken
Hukukçu olup insanı yanlış diye yargılayanın
Kendisininde insan olduğundan
Asıl yanlışın bu insanın kendisi olduğunu düşünmeye başladım
Kendisi insan olup yanlış olduğunu kabul etmeyip
Doğrulukta direnerek
İnsanlara bunu doğru olarak
Kabul ettirmeye çalışanlarında
Düşünce Emperyalizmini oluşturduğunu
Ve doğruda direterek
İnsanların asıl doğruyu bulma özgürlüğünü
Engellediğini 
Bunun isminede Firavunizm denmesi gerektiğini 
Düşünmeye başladım
Çünkü Firavun insandı
Ve her insan gibi yanlıştı 
Ancak ben doğruyum diyerek
Herkese baskıyla 
Bunu kabul ettirmeye çalışmıştı
Peki doğru insan yokmudur 
Allahın doğru insan olarak 
İnsanlara verdiği örnek insan 
Hz.Muhammed sav Efendimizdir 
Bizlerde doğruyu bilmiyoruz
Doğruyu bilen yalnızca Allahtır
Selamün Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü



TARİH VE FİRAVUNİZM

FORUM ALATURKA İSLAM İSTANBUL

METİN CELAL DİRLİKOĞLU


 

İSLAM VE İÇTİHAD İLE SİYONİZM

FORUM ALATURKAİSLAM İSTANBUL

ALİ  YILDIRIM SETTAROĞULLARI
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Forumda " İslam ve İçtihad " isimli,yazıyı okudum
Eklemek istediğim,bazı şeyler mevcut
İçtihad kelimesinin anlamı ve derinliği konusunda 
Aşağıya,bazı alıntılar ekledim,okuyunuz
İçtihad,genel manasıyla yorum anlamına gelir 
Bu günümüzün,dini kavramları içinde yer aldığı gibi
Hukuk kavramları içindede,yer almaktadır
Hukuk'ta,nasılki kanun maddeleri 
Farkı içtihadlar ile farklı farklı yorumlanıyor ve uygulanıyorsa
Kuran-ı Kerim ayetleride 
Hiç bir zaman,yazılı olduğu şekliyle uygulanmamıştır
Asrın ihtiyaçlarına göre,farklı yorumlarla 
Farklı farklı içtihadlarla uygulanmıştır
Bunun doğruluğu veya yanlışlığını tartışmak,ayrı bir konudur
Ancak,bu şekildedir ve böyle devam etmektedir

Dini açıdan yorum ( İçtihad ) deyince
Aklımıza ilk önce,mezhepler gelir
Mezheplere göre,içtihadlarda farklıdır
Türk-İslam coğrafyasındaki farklı ülkelerin 
İslam dinine ait, kavram ve uygulamalarıda farklıdır

Bu farklılık,sadece ülkelerede ait değildir
Ülkeler içindeki,farklı bölgelere görede farklıdır

Türkiyedeki farklı bölgelere ait 
Farklı islamiyet yorumları mevcuttur
Dünyanın çeşitli yerlerinde 
Farklı yabancı ülkelerden gelen 
Ve farklı yabancı dilleri konuşan
Farklı Mezhepler ve bölgesel türde 
Dini çeşitlilikler'de mevcuttur

Türkiye'deki müslümanların 
islam dinine ait,yaşayış ve yorumları ile
Arabistan,İran veya Endonezya gibi ülkelerdeki
İslam dini yorumları,birbirlerinden çok farklıdır


İslamiyet bu bağlamda,farklı algılanıp 
Farklı yaşandığından dolayı
Ve Müslümanların arasındaki,bu inanış farklılıklarının
Ve islamiyet e,farklı perspekti flerden 
Farklı bakış açılarının,mecburen hoş görülüp
Bu farklılıklar ile birlikte tümüne saygı duyulup
Tartışmalara ve kalp kırıklıklarına
Fırsat verilmemesi gerekir

Çünkü,müslümanlar arasındaki,bu farklılıkların temeli
Asırlar öncesinden,isriliyatın fikir ve düşüncelerinin
Gelişmesiyle birlikte
Asrın hakimiyetine ve müslümanların yaşantısına
Müdahalesi neticesinde 
Müslümanların gösterdiği,o an için doğru
Ve faydalı görülen Reaksiyonlarıdır
Müslümanların bu farklılıkları,hoş görmeyerek
" İslamın emrettiği,doğru yol budur " şeklinde
Birbirleri arasında,doğruluk tartışmalarına girerek
Bölünmeleri
Müslümanlar arasında oluşacak,yeni çatışmalara
Zemin hazırlayacaktır
Birbirlerinden kopan müslümanlar
Topyekun hareket edemeyecek,yanlızlaşacaklardır
Dolayısıyla,siyonizm için,teker teker yutulacak
Küçük lokmalar haline geleceklerdir 

Bu konu önemli olduğu için
Tekrar altını çizerek,yineleyelim 
Bazı müslümanların,bazı konularda
" Kuran-ı Kerim'e ve İslamiyete göre doğrusu budur "
Diyerek diretmeleri,çözüm değildir
Bu diretme,müslümanlar arasındaki tartışmalara
Bölünüp parçalanmalara neden olacağından dolayı
Öncelikle,müslümanlar arasındaki
Birlik ve beraberliğin bozulmaması  için
Müslümanların,maddi ve manevi anlamda 
" Birbirimize nasıl faydalı olabiliri z " diye
Düşünmeleri gerekir

Bu yorum farklılıklarının
Yine,farklı farklı dallara ayrılmasıda
Günümüzde,artık gayet doğal bir şeydir
Yadırgamamak gerekir
İslam dini, mecburen,farklı farklı çeşitlenmiştir

Tek çeşit,bir islam dini yerine
Birbirinden farklı,islam dini çeşitleri ortaya çıkmıştır
Bunun sebepleri,ortadan kalkmadıkça 
" Kuran-ı Kerim'e ve İslamiyete göre doğrusu budur "
Anlayışından müslümanlar zarar görür
Siyonizm ise,bundan fayda görür


Bu konu ile,bağlantılı olduğu düşünülen
Bir hikayeyi,buraya nakledeyim,sonra konumuza dönelim 


BAHÇIVANLAR VE HAKİKİ İSLAM GÜLLERİ   

FORUM DÜNYASIZİSLAMİYET İSTANBUL

METİN HAYDAR KIRMIZIOĞLU


Osmanlı toprağı ismiyle,özel çiçeklerin yetiştirilmesine müsait
Özel bir toprak yapısına sahip,etrafı açık,bir çim saha vardır

Çimlerin arasında,özel ve yabani,çeşitli çiçekler büyümüştür
Çim saha ve çiçeklerle ilgilenen,özel bahçıvanlarda vardır
Özel bahçıvanların elinde,bu özel çiçeklerin yetiştirilmesi için hazırlanmış
Özel ziraat kitaplarıda vardır
Bu sahada yaşayan,bu özel bahçıvanların,özel ziraat kitapları ile yetiştirilen
İslamın kutsal kitap ve kaynaklarına görede,aynı vasfı taşıyan
Hakiki islam güllerini bilen,islam alimleri ve imamlarda vardı

Bu sahada yaşayan herkes,burada oynar,zaman geçirirdi  
Sonra acıkırlar,sahadan dışarıya çıkarlar,yemek yerler
Gelir yine oynarlar,sonra yine acıkırlar,yine gider yerlerdi
Bu şekilde,bu sahada,hayat böyle devam ederdi 

Bu saha'nın etrafına,bir gün,siyonizm bir duvar ördü
Müslümanların duvar örüldüğünden,haberleri olmadı
Çünkü,siyonizm nedir,ne iş yapar,niye duvar örer,bilmiyorlardı
Siyonizm,dünya ile çim saha'nın,bağlantısını kesti ve ulaşıma kapattı
Siyonizm,daha sonra,bu sahanın tam ortasından geçen
Bir duvar daha örerek,iki tane,kapalı saha üretmiş oldu
O an için,sahaların her ikisindede,toprak ve çiçekler aynıydı

Birinci saha,hakiki islam inancına ait
Kapalı alan olarak,tahsis edildi
Bu alandaki,özel olarak ekilmiş çiçeklere,dokunulmadı,öylece kaldı
İkinci saha,sahte islam inancına ait
Kapalı alan olarak,tahsis edildi 
Buradaki özel çiçekler söküldü
Ve özel çiçeklerin büyümesine müsait olan,toprak kaldırıldı  
Ve farklı bir toprak dökülerek,renkleri özel çiçeklere benzeyen
Ancak kokusu değişik olan,farklı çiçekler ekildi

Siyonizm,daha sonra,hakiki islam inancına ait,kapalı alanın
Üstünüde kapattı ve çim saha ile özel çiçekler,görünmez hale geldi
Bu alan tamamen kapatıldığı için,kimse buraya giremedi
Dolayısıyla,gerçek islam güllerini,kimsenin görmeye
Örnek alarak,buradaki güllere benzer,çiçek üretmeye imkanı kalmadı   

İkinci sahadaki çiçekler sökülüp,farklı çiçekler ekildiği için
Özel çiçekler,artık burada yoktu
Toprak değiştirildiği için,burada özel çiçekler'de yetiştirilemeyecekti 

Siyonizm,müslümanlara,ikinci sahayı tahsis ettikten sonra
İçinede,kendine ait,bir klübe ve mutfak inşa ederek,yerleşti
Dünya ile bağlantıları kalmayan müslümanlar,dışarı çıkamadılar
Dışarıya çıkıp,yemek yiyemediler,yemek yapacak malzemede yoktu
Ve yemek yapacak mutfaklarıda olmadığı için
Aç susuz kaldılar,zayıfladılar,bir deri,bir kemik hale geldiler

Müslümanların içinde,bu duruma karşı,çözüm arayan müslüman yoktu
Yemek ve üç kuruş para için,havaya zıplayan,cahil müslümanlar vardı
Siyonizm,bu cahil müslümanları tek tek ikna ederek,yanına çekti 
Karnını doyurdu,üstünü giydirdi
Bu cahil müslümanları eğiterek,bahçıvan,imam ve islam alimi yaptı 

Siyonizm daha sonra,bazı müslüman bahçıvanların ellerinde bulunan
Çiçekçilik ile ilgili kitapların,içeriklerini değiştirerek
Onlara,önceki kitaplar gibi görünen,farklı çiçekçilik kitapları verdi 

Bahçıvanlardan birisi,kitaptaki içerikle ilgili,farklı bir iddiada bulundu 
Kafasında soru işareti oluşunca,bunu test etmek istedi
Toprağı kazarak,farklı bir metodla çiçek ekmeye çalışırken
Siyonizm " Osmanlı yok artık,burası benim tarlam
Farklı metodlarla çiçek ekemezsin" dedi
Ve bu bahçıvanın,bahçıvanlık belgesini iptal etti
Ve bahçıvana,sadece el arabasıyla toprak taşıma yetkisi verdi
Dolayısıyla bu bahçıvan,test edemediği için,iddiasını ispatlayamadı
Diğer bahçıvanların yanında,toprak taşmakla görevli olarak,işine devam etti  

Başka bir bahçıvan,aynı şekilde test etmek istedi
Önce,bir islam alimi ve imam'a olayı anlattı
İmam " Çiçek.böcek gibi ziraat ilmi,dünya işleri ile ilgilidir
Müslümanın görevi,dünya işleriyle uğraşmak değildir
Uhreviyat ile meşgul olarak,ibadet ve tesbihat ile dua etmesidir
Duası karşılığında,çiçek ona verilecektir  " dedi

Bahçıvan başka bir islam alimide gitti
Ve benzer bir yanıt alınca 
Bahçıvan dediki " İyi güzelde,dünya ahiretin tarlası değilmidir 
Dünyadaki tarlada neyi ekersek,ahirette onu biçmeyecekmiyiz
Hakiki islam güllerini yetiştiremeyen müslümana
Gerçek müslüman denilebilirmi " dedi 

İslam alimi " Dünya tarlasının sahibi,sen değilsin siyonizm'dir
Müslüman bu dünyada,siyonizm yok olmadan,hiç bir şey ekemez
Bu dünyayı yöneten siyonizm'dir
Ve onun kanun ve kuralları geçerlidir
Bunun içinde müslümana,akıl denilen meleke verilirken
Ziraat veya farklı bilimler için verilmemiştir
Bu bir nasip işidir ve müslümana nasip edilmemiştir
Akıl denilen meleke,Kutsal kitabı okusun,anlasın diye verilmiştir
İbadet etsin,tesbih çeksin ve dua etsin diye verilmiştir " dedi

Bahçıvan başka bir islam alimine gitti,olayları anlattı
Bahcıvan dediki " Tamam ama,müslüman olmamız için
Kutsal kitaptaki yazanları,dünyada uygulamamız gerekmezmi " dedi 

İslam alimi " Bu dünya yalandır
Ve bu dünyada senin kuralarının geçerliliği yoktur
Sen kendi kurallarını uygulayamazsın
Çünkü,bu dünya senin değildir,siyonizm'e aittir
Sana ait olan ise,dünya değil ahirettir 
Kutsal kitaptaki yazan herşey
Yazdığı şekliyle hiçbir zaman uygulanmamıştır 
Tevil edilmiştir,içtihadlar ile birlikte,asra göre yorumlanmıştır
Sen duanı et,göreceksin hakiki güller gelecek
Sende hakiki müslüman olacaksın,biraz sabret " dedi  
Bahçıvan bu test işinden,vaz geçerek
Gece gündüz ibadet etmeye başladı
Ve kendisine,çiçeğin verileceği günü bekleyerek,son nefesini verdi

Başka bir bahçıvan,yine test etmek istedi
Farklı bir metodla çiçek ekmek istedi
Siyonizm " buyur test et ve farklı metodla çiçek ek " dedi
Bahçıvan,test etti ve farklı bir metodla,bir gül yetiştirdi 
İslam alimi ve imamlar ve müslümanlar
Bu çiçeğin,diğerlerinden farklılığını görerek
" Hakiki islam gülü budur " diyerek,onun arkasında saf tuttu
Bahçıvan,daha fazla araştırmayı ve kendini geliştirmeyi bırakıp
Gül yetiştirip satarak,zengin oldu 

Siyonizm daha sonra
Saha'nın içindeki,müslüman bahçıvan,alim ve din adamları ile
Siyonizm'in yetiştirdiği,sahte imam,bahçıvan ve islam alimleri arasında 
Bir turnuva düzenledi ve siyonizm dediki : 
" Kim bu çimlerin arasında
Gerçek islam dinini simgeleyen,özel çiçekleri bulursa
Veya bahçıvanlarla çalışıp,özel çiçekler üretirse  
Önce ona yemek vereceğim,sonra,bu saha'nın hepsini
Ona vereceğim,zengin olacak  " dedi

Müslümanlar,bahçıvan,alim ve imamlardan oluşan gruplar oluşturdular
Sahte bir imam ve bahçıvan
Ellerini açtı ve dua etmeye başladı ve bağırdı :
" Ben ibadet ile dua ettim ve gerçek çiçeği buldum " dedi
Ve siyonizm'den yemeği aldı yemeye başladı
Onu görenler,onun peşine takıldı ve yemekten yediler 
Başka birisi " O çiçek,özel çiçeğe benzemiyor 
O çiçek gerçek değil,aslını ben buldum,bende " dedi.
Siyonizm'den yemeği aldı ve yedi 
Bazı müslümanlar buna itiraz etti
" Ben buldum,aslı bende " dedi
Bazı müslümanlar ise " Hiç birinizde islam gülü yok
Sizler hakiki müslümanda değilsiniz " dedi 
Müslümanlar tartışmaya başladılar
 
İçlerinde,iki farklı muhterem kişi vardı
İkiside gerçeği görmüştü
Ve yemek yemeyerek,ve tartışmalara katılmayarak dedilerki 
" Boşuna aramayın,gerçek olan islamın gülleri
Bu sahanın içinde yok
Bu toprakta,özel gülleri yetiştirecek eğitimde,bahçıvanda yok
Siyonistler,bilim ve teknolojiyi kullanarak
Yeni bir toprak yapısı ve farklı güller üretmişlerdir
Bahçıvanların kitaplarındaki içerikler değiştirilmiştir
Bu kitaplarla,gerçek gül yetiştirilemez
Kitaplar araştırılıp,gerçeğe yakın,yeniden yazılsa bile
Bu toprakta asla,gerçek gül yetiştirilemez  
Gerçek islamın gülleri,siyonizmin ördüğü duvarların arkasında kaldı
Oradaki toprak,özel bir topraktır ve orada gerçek gül yetişir  " dedi

Herkes gözlerini,duvarların olduğu yöne doğru çevirdi
Duvarların önünde ise,siyonizm'in askerleri nöbet tutuyorlardı
Ellerinde son model silahlar vardı
Kimseyi duvara yaklaştırmıyorlardı 
Grupların içinde,sahte imamlar ve bahçıvanlar
Ellerini açtılar " duvarlar yıkılsın " diye,dua etmeye başladılar 
Siyonizm tarafından,bu dua edenlerin önlerine 
Yemekler geldi ve bir kaç kişi,onların yemeğinden yedi
Siyonsitler,bu dua ve tesbihat yapanlar için,bir mescid yaptırdı
Bütün müslümanlar mescide girip,ibadet ve tesbihat ile dua etti
Müslümanlar,artık siyonistlerin,kölesi haline gelmişlerdi
Sadece birbirleriyle tartışmaktan
Ve tesbihattan başka bir şey yapmıyorlardı
Tartışmaların konusu ise,genelde aynıydı
" Hak mezhep ile Batıl mezhep var
Hak mehzepe göre doğrusu budur,islamiyet bunu emreder 
Tarikat ve cemaatlerin içinde doğrusu budur " gibi tartışmalardı

İki muhterem kişi,yemek yemedi ve yiyenlere katılmadı 
Şunu söylediler : 
" Öncelikle,müslümanların birlikte hareket etmesi gerekiyor
Birbirimizle tartışarak,hiç bir yere varamayız
Bütün dinler ve inanç sistemleri,siyonistler tarafından bozulmuştur
Kutsal kitabın,farklı ülkelerde,farklı yorumlarıyla birlikte
Ortak bir din anlayışı ortadan kalkmıştır
Osmanlıdan sonra,siyonizm
Dünyayı kendi kanun ve kurallarına göre yönetmektedir
İslamın hakimiyeti ve kuralları artık geçerli değildir 
Hak ve batıl içiçe geçtiğinden dolayı 
Kimin hak ve kimin batıl olduğuna
Karar verilecek çağ geride kalmıştır
Kimin hak,kimin batıl olduğuna karar verecek olan Allah'tır 
Sadece kavli dua ile,Allah'tan,bu duvarın yıkılmasını dilemekle
Bu duvar yıkılmaz
Askerlere taş atarak,onlarla savaşamayız
Fiili dua yapacağız
Yani,ettiğimiz kavli duanın gereği için,bizlerde çalışacağız
Allahın bizlere verdiği akıl ile
Ellerimizdeki imkanlarla,önce savaşacak silahlar üretmemiz gerekiyor
Sonra savaşarak,siyonistleri bu duvardan uzalaştırmamız gerekiyor 
Sonrada,bu duvarı delebilecek,bir makine üretmemiz gerekiyor
Duvarı delerek,diğer sahaya geçerek
Hakiki toprağa ve özel çiçeklere ulaşacağız
Gerçek müslümanız diyebilmemiz için
Hakiki islam güllerine,sahip olmamız gerekiyor
Bu sahanın içinde,dua etmekle,gerçek çiçeklere ulaşamayız
Dolayısıyla gerçek müslüman olamayız
Birbimizle tartışmakla,zaman boşa geçiyor " dedi 
Ve açlıktan susuzluktan,konuşacak halleri kalmadı 
Sahte imamlar " Biz dua ettik ve hakiki çiçeği bulduk
Yemeği aldık,gerçek bizde artık
Siz dua etmediğiniz için,çiçeğide bulamadınız ve aç kaldınız " dedi
Bu iki kişi,en son şunu dediler
" Sizin gibi dua edenler için,siyonizm mescid kurdu
Dua edenlere yemek dağıtıyor
Sizlerde duanızı edin,yemeğinizi yeyin,sakın aç kalmayın
Ellerinizdeki sahte gülleride kimseye vermeyin
Gün gelir,sahtesinide bulamazsınız " dedi  
Bu muhterem iki kişinin isimleri 
Sultan Abdülhamit Han ve Prof.Dr.Necmeddin Erbakan'dı



BAHÇIVANLAR VE HAKİKİ İSLAM GÜLLERİ   

FORUM DÜNYASIZİSLAMİYET İSTANBUL

METİN HAYDAR KIRMIZIOĞLU



Yukarıdaki hikayeyi okudunuz
Şimdi konumuza devam edelim

Dünyadaki müslümanların,genel olarak
Osmanlının yıkılışına ve siyoist israilin kurulmasına karşı
Yeterince çaba göstermedikleri malumdur
Bu tehlikeyi görüp,anlatmaya çalışan
Abdülhamit Han Hazretlerine,isdipdatçı
Ve kızıl sultan diyerek muhalefet ederek
Abdülhamit Han,Sanayi-i Nefise mekteplerini
Açmaya çalışırken
Abdülhamit Han için " Batı ve gavur işi sanayi ile uğraşacağına
Tesbih ve zikir ile meşgul olsun " diyerek
Anti-Bilim propogandası yapan,bazı tarikatçilere
Destek olan müslümanlar
Osmanlının yıkılarak
Dünyayı siyonistlerin yönetmesine
Ve siyonistlerin,hakiki islamın önüne duvar örmesine
Duvarın arkasında,siyonizm'in çerçevesini çizdiği
Sahte islamı,var etmesine
Siyonistlerin çeşit çeşit
İslami mezhepler ve tarikatler kurarak 
Hak ve batılın içiçe geçmesine 
Hakiki hak ve hakiki batılın ayrıştrılamamasına 
Dolayısıyla,hakiki islamiyete geçiş sınırlarının
Tamamıyla kapatılmasına
( Tıpkı,Filistin ile dünya arasına set çekilerek
Dünya ile bağlantısının kesilerek
Dünya halklarına ulaşmasına izin verilmediği gibi ) 
Müslümanların,hakiki islamiyetin dışında bırakılmasına 
Siyonistlerin,sınırlarını çizdiği islamiyetin,içinde kalarak
Ve siyonistlerin,çizdiği sınırlar içindeki islamiyetin
Çeşitli mezhep-fırka,tarikat cemaat adı altında
Farklı farklı yorumlanmasına ve yaşanmasına
Bunun neticesi olarak
Müslümanlar arasındaki bölünme ve çatışmalara
Zemin hazırlamışlardır
Siyonizm'in gücü,müslüman ülkelerde
Etkisiz hale gelinceye kadar
Ve dünyayı yöneten merkez olan israil
Ortadan kalkıncaya kadar
Hakiki islamiyetin sınırlarına örülen duvarlar
Yıkılıncaya kadar
Hakiki islamiyetin ortaya çıkması
Ve yaşanması mümkün değildir 

Bazı müslümanların
" Aynı dine inanmıyormuyuz
Tek bir islam dini yokmudur  
Kuran-ı Kerim tek bir kitap değilmidir "gibi
Bazı serzenişlerinin,artık,hiç bir faydası yoktur 

Tekrar altını çizerek,yeniden belirtelimki
Kuran-ı Kerim'in ayetleri
Her asra göre farklı yorumlanır
Bu meal ve tefsirlerdede farklıdır
Kuran-ı Kerim'in ayetlerine göre
Ayetlerin farklı yorumlar
Ve içtihadlar dışında kalan
Asıllarına göre yönetilen bir topluluk yoktur 

6666 Ayet-i kerime'nin tümünü
Hayatının içinde,6666 ayet olarak yaşayan
Bir müslümanada,ben günümüzde rastlayamadım
Yoktur diyemeyeceğim
Ama ben rastlayamadığım için
" Şu insan,hayatını 6666 ayet-i kerimeden oluşan
Kuran-ı Kerim'e göre şekillendiriyor ve yaşıyor "
Diyemeyeceğim
Yani bana göre,böyle bir müslüman yoktur
Bana göre yoktur derken
Ben rastlayamadığım için yoktur
Başkası rastladıysa,onuda ben bilmiyorum
Ben kendi adıma bunu söylüyorum
Benim fikir ve görüşlerim,tüm müslümanları bağlamaz
Benim fikir ve görüşlerim,islamiyetin bütününü temsil etmez
Ben bildiğim şekilde,islam dinini yaşarım
Bilmediğimi zaten bilmiyorumdur,nasıl yaşayayım
Benim bildiğim,bana göre doğrudur
O yüzden bana kimse  " Dinimize göre böyledir
Doğru budur " diyemez
Doğrusu,siyonizmin ördüğü duvarların arkasında kalmıştır
Siyonizmin tahsis ettiği alan içinde
Yani sahte islamın içinde,doğru olamazki,arayıp bulalım
Doğrusunu Allah bilir,kimse bilemez
Doğruluk,Alaha ait bir kavramdır
İnsana ait,bir kavram değildir 
" Leküm diniküm veliye din " yani sizin dininiz size
Benim dinim banadır
Ancak,maksat doğruyu aramaksa
Siyonizm ile savaşarak
Siyonizmin ördüğü duvarları yıkarak
Gelin,hep birlikte,arkasındaki gerçek islamı bulalım
Dünyada,birbirlerini düşman olarak gören
bir sürü müslüman grup vardır
İslam dünyasının bu hale gelmesinin
Temelde iki nedeni vardır
Buna bağlı olarak,çözüm yollarıda vardır
Nedenleri ve çözüm yollarını
Yukarıdaki hikayede ismi geçen 
İki muhterem zat açıklamıştır
İki farklı neden,şudur 

1 - Siyonizm

2 - Anti-Bilim

Siyonizm'i bilmeyen,gerçek islamiyeti bilemez
Hak ve batıl,birbirine karıştığı için
Hak olanı tesbit etmek,bazen mümkün değildir
Bunu tesbit etmek için,öncelikle siyonizm'i bilmek gerekir
Siyonizm'in ok attığı hedefler,hak'tır 
Anti-Bilim ise,müslümanların bazılarının yaptığı gibi
Dünya ilimlerini boşverip,uhreviyat ile meşgul olmalarıdır
Bilim nedir diye,sorulacak olursa
Bilim : Matematik,fizik,astronomi vesaire gibi
Dallar ile tanımlanan
Allahın yarattığı dünya,tabiat ve evrene ait
Tüm kanunların ve kuralların bütünüdür
Batı ve siyonizm,bilim ve teknolojiyi kullanmaktadırlar ve
Kendi amaçları için geliştirmektedirler
Bundan dolayıda dünyaya hükmekmektedirler
Müslümanlar ise,dünya ve dünya ilimlerine değer vermediği için
Uhreviyata değer verdiği için
Hükmedenlerin kanun ve kurallarına uymak zorundadırlar
Dünyada elbette,dünyaya hükmedenlerin kanunları geçerlidir
Batılılar ve siyonistler,bilim'i kullanırken
Bilim'in temeli olan
Allah'ın kanun ve kurallarını'da kullanmaktadırlar
Ancak,bu kanun ve kuralların temelinin
Allaha ait olduğundan haberleri yoktur
Haberi olup,Allaha teslim olanlar
Zaten müslüman olmaktadırlar
Müslümanlar ise,Anti-Bilimci olduğu için
Allahın bu kanunlarından ve kurallarından haberleri yoktur
Anti-Bilim'i müslümanlar arasında
Tarikatler veya cemaatler yoluyla yayanlarda
Yine siyonizm'in zehirlediği
Cahil ve menfaatperest müslümanlardır
Bilim'in temelinin,Allah'a ait olduğunu bilmeden 
Bu kanunlar ve kurallara göre hareket etmeye çalışan
Batılılar ve siyonistler,dünyaya hükmetmektedirler
Türk-İslam coğrafyası ise
Bu batılı ve siyonist hükmedicilerin,sömürüsü altındadır 
Batılıların ve siyonistlerin
Kendi kurallarına göre,sınırlarını çizdiği islamiyete göre
Müslümanlıklarını yaşamaktadırlar
Elbette yaşadıkları,hakiki islam değildir
Siyonistlerin sınır ve çerçevesini çizdiği islamdır
Siyonizmin,gerçek islamın üzerine ördüğü duvar yıkılmadıkça
Hakiki islamın oraya çıkmasıda,mümkün değildir 
Müslümanların,bundan dolayı bir rahatsızlıkları yoktur
Siyonizm ve Anti-Bilim ile ilgili,bir mücadeleleri yoktur
Dolayısıyla,müslümanların,gerçek islamın ne olduğunu bilmeye
Arayıp bulmaya,korumaya ve var olması için çalışmaya
Gerçek islamı yaşamaya,hakları yoktur

Tekrar altını çizerek,belirtelimki
Müslümanlar
Siyonizmin çerçevesini çizdiği islam içinde
İçtihad ve yorumlarla 
Arada " Kuran-ı Kerime ve islam dinine göre
Doğrusu budur " diyerek
Müslümanların birbirleriyle çatışmalarını sağlayarak
Mezhep kavgaları,tarikat ve cemaat mensuplarının
Çıkar ve menfaat kavgaları içinde
Enerjilerini birbirleriyle çatışarak harcamaktadırlar
Filistin buna bir örnektir
Filistin diye bağımsız bir devlet yoktur
Sınırları israil tarafından örülmüştür
Dünyadan tecrit edilmiştir
Bu müslüman topluluk içinde
El-Fetih ve Hamas olarak ikiye bölünmüşlerdir
Her ikisinin içindede,siyonist ajanlar mevcuttur 
Bölünmüş  ve birbirleriyle çatışan
İki farklı müslüman grup olarak
Varlıklarını sürdürmektedirler
Ülke dışına çıkarken
Filistin pasaportu diye bir pasaport yoktur
İsrail son teknoloji silahlar ve tanklar ile saldırırken
Filistinlilerin elinde,sadece taş atan kuşlastik vardır
Bilim ve teknolojik olarak güçleri yoktur
Dünyadaki Müslümanlar ise siyonist israil ile savaşmak yerine
Dünyada,israilin ve siyonizm'in sınırlarını çizdiği
Sahte islam içinde
" İslam'a göre doğru budur " diyerek
Sahte islamın içinde,doğru aramakla meşgul olarak
Birbirleriyle çatışmaktan
Ve birbirlerine düşmanlıktan başka bir şey yapmamaktadırlar
Sahte islamın içinde,doğru aramakla meşgul olarak
İçtihadlar ve yorumlar ile
Gerçeğin bulunmasıda  mümkün değildir
Siyonizm,osmanlıyı yıkmakla birlikte
İslamiyetin dünyadaki hükümranlığınıda yıkmıştır
Filistin işgal edilirken,aslında dünya işgal edilmiştir
Filistin içinde,israil yanlısı siyonistlerle birlikte
Filistin'in atacağı adımlar bilinmekte ve karşı tez üretilmektedir
Aynı şey,dünya genelinde ve tüm ülkelerde mevcut olup
Siyonizm,bu şekilde,sadece filistini idare etmekle kalmıyor
Tüm dünyayı idare etmektedir
Siyonizm'in kanun ve kuralları,sadece filistinde geçerli değil
Tüm dünya ülkelerinde geçerlidir
Müslümanlar ise,İslamın kuralları yerine,siyonizmin kurallarını 
Kabul etmiş,ve bu kurallara göre yaşantısını sürdürdüğünden dolayı
İslamiyetin hüküm ve kurallarının,geçerliliğini kaybetmesini sağlayarak 
Siyonizmin çerçevesini çizdiği,islamiyetin içinde
Doğruyu arama,bulma ve yaşama gibi asılsız iddiaları savunarak
ve birbirleriyle tartışarak zaman tüketmektedirler

İslamiyetin kaynaklarını,Kuran-ı Kerim,Hadis gibi diğer kaynakları
Araştırıp,incelemek,doğruyu bulmak ve asra göre uygulamak için
Akıl ve bilim gerekmektedir,herşey akıl ve bilim ile ispatlanır ve uygulanır 
Müslümanlar,akıl ve bilimi reddettikleri için
İslamiyetin,hakikatlerini ispat edemeyecek hale gelmişlerdir 
İspatlanan ögeler ise,dünya alanı,siyonizm'in elinde olduğu için
Siyonizm ile mücadele edilmeden,uygulanması ve yaşanmasıda artık mümkün değildir
Müslümanlarda bu mücadele mevcut değildir,tesbihat ve dua ile meşguldürler
Kavli duanın gereği olan,fiili dua ve emek ile çaba yerine getirilmemektedir 
Dolayısıyla edilen kavli dua ile,sadece Allahın yardımı istenmektedir
Müslümanlar,bunun dışında,hiç bir çaba göstermemektedirler
Fiili dua ile birlikte,Allahın dini için ve müslümanların birbirleri için
Birlikte mücadele ve çabaları yoktur


İÇTİHAD

https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ictihad

İçtihad nedir diye,bir soru sorulmuştur ve cevaben İçtihad'ın anlamı :
Güç, takat ve çaba. Bir şeyi elde etmek için olanca gücünü sarfetmek anlamında hakîkî ; kıyas vb. yollarla hüküm çıkarmak anlamında ise mecazîdir (Zebîdi, Tâcu'l-Arûs, Mısır 1307, II, 329).

Bu kelime Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmemiş, hadis-i şeriflerde ise her iki anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber, düzgün namaz kılmayan bir sahâbiye "namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın" demiş ve bu hal üç defa tekrar edilmiştir. Üçüncüde namaz kılan "bana doğrusunu öğret, vallahi ben elimden geleni yaptım" derken "ictehedtü" ifadesini kullanmıştır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd, 1966, I, 156). Şu hadislerde mecazî anlamında kullanılmıştır: "Hâkim hükmedip, ictihadda bulunur ve isâbet ederse ona iki ecir vardır" (Buhârî, el-İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187). Allah Rasûlü, Muaz b. Cebel'i Yemen'e yönetici olarak gönderirken"Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin" sorusuna Muaz "Reyimle ictihad ederim" diye cevap vermiştir (Tirmizî, III, s. 616: Ahmed b. Hanbel, V, 230; Şafii, el-Ümm, VII, 273).

Bir terim olarak ictihad en eski fıkıh usûlü kaynağı olan Şâfiî (ö. 204/819)'nin er-Risâlesi'nde şöyle tarif edilmiştir: "Her hâdise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Hâdisenin açık hükmü varsa ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, hâdisenin hak olan hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; İctihad ise kıyastan ibarettir" (Şafii, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şakir, Mısır 1940, s. 477).

En eski fıkıh usulü kaynağında yer alan bu tarif yeterli değildir. Çünkü ictihad, kıyas yoluyla olabileceği gibi, ayet ve hadislerde hâkim bulunan genel prensiplerden, kelime ve cümlelerin çeşitli delâlet ve inceliklerinden kıyas dışında kalan diğer istidlal yollarından hüküm çıkarmak tarzında da olabilir. Bu duruma göre kıyas her zaman ictihada muhtaçtır, fakat ictihadın tek yolu kıyas değildir (Gazzalî, el-Mustasfâ, Mısır 1324, II, 229). Kıyas; hakkında ayet-hadis bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında ayet-hadis bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır (Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII, 85; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, Mısır 1937, s. 197).

Ayet ve hadislerden amelî (pratik) hükümleri çıkarma gücüne sahip olan fâkih'e "müctehid" denir. ictihad ya şer'i delillerden hüküm çıkarma tarzında olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. Birinci kısma giren ictihad; şer'î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlere mahsustur. Sahâbe, Tâbiûn, Tebe-i tabiîn ve mezhep imamları devrinde bu çeşit ictihadlarla İslâm hukuku sistemleştirilmiştir. Ancak üçüncü hicrî yüzyıldan sonra giderek ictihad yapanlar azalmış ve şartlarının ağırlığı sebebiyle bu kapının kapandığı kanaati uyanmıştır. Hanbelî, Zâhirî ve Şiî mezheplerinde, ictihad kapısı sürekli açık telakki edilmiştir. İkinci kısıma giren ictihada gelince; hükümlerin toplum hayatına uygulanması bu tür ictihadda sürekliliği gerekli kılmıştır. İslâm hukukunun yürüyen ve yaşayan hayata intibakını sağlamak, gelişen toplum hayatının yeni problemlerini çözmek için her devirde bu yola başvurulmuştur. Bunu yapanlara "tahrîc âlimleri" denilir. Bunlar, çıkarılmış hükümlerin illetlerini belirleyip yeni, benzer cüz'î meselelere uygularlar. Bu, hükümleri uygulama çalışması olup, böylece ilk müctehidlerin, üzerinde görüş beyan etmedikleri bir kısım meselelerin hükümleri de anlaşılmış olur (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s. 379).

İslâm hukukunda, şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada yer verilmez. Mecelle'nin 14. maddesinde "mevrid-i nass'da ictihada mesağ yoktur, yani ayet-hadis olan yerde ictihad yoluna gitmek caiz değildir" denilmiştir. Ancak nass'ların sübûtu ve delâleti kat'i olur veya bir konuda icma bulunursa ihtilafa mahal kalmaz. Eğer nassların sübûtu veya delâleti zannî olup kesinlik ifade etmiyorsa veya bir nasstan bir kaç hüküm çıkarmak mümkün oluyorsa ictihada başvurmak gerekir. Diğer yandan ictihad, en çok hakkında nass bulunmayan olayların hükümlerini belirlemek için yapılır (Abdülvahhâb Hallâf, Masâdiru't-Teşriî'l-İslâmî, s.10). Devamlı farklılaşan toplum hayatında yeni meselelerin zuhûru tabiîdir. Çözüm bekleyen problemlere eğilmek gerekir. Ayrıca bir takım amelî hükümlerin örf-âdet, istihsan, maslahat gibi... tali derecedeki delillere dayandığı düşünülürse problemin ağırlığı daha iyi anlaşılır.

Ancak ictihad yapacak kimsede bir takım şartların bulunması gerekir. Aşağıda vereceğimiz bu şartları taşıyanlara "müctehid" denir. Bu esaslar fıkıh usûlünün tedvini ile birlikte ilk olarak müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir.

Müctehidde bulunması gereken şartlar:

1) Arapçayı bilmek:

Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm ve sünnet arap dili ile ifade edilmiştir. Âyet ve hadislerdeki kelimeleri ve hitabı anlayacak kadar sarf ve nahiv bilgisiyle Arapçayı bilmek gerekir (Gazzâlî, a.g.e, II, 350-353). Ebû İshak eş-Şâtibî'ye (ö. 790/1388) göre ictihad; nass'lardan hüküm çıkarma ile ilgili ise şarttır. Fakat maslahatlar ve mefsedetler nev'inden bir mânâ ve illete bağlı ise Arapça şart değildir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, Mısır (t y), IV, 162-165).

2) Kur'an ilmine sahip olmak:

Kur'an-ı Kerîm'in hepsini bilmek şart olmayıp, beşyüz kadar olan hüküm ayetlerinin inceliklerini bilmek yeterlidir. Bu ayetlerin; âmm (genel anlam), hâs (özel anlam), mutlak mukayyed, nâsih-mensûh ve sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Kur'an'ı ezbere bilmek gerekmez, ihtiyaç duyuları ayetlerin yerini bulabilecek durumda olmak yeterlidir (Gazzâlî, a.g.e, II, 350-353). Ebû Bekir el-Cassâs (ö.370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. es-Sâbûnî'nin "Tefsîru Âyâti'l Ahkâm" isimli eseri de hüküm ayetleri hakkında söylenenleri özlü bir şekilde açıklamıştır.

3) Sünneti bilmek:

Bu şart üzerinde de ittifak vardır. Hüküm hadislerini bilmek yeterli olup, mev'ıza, ahiret hükümleri vb. hadisleri bilmek şar. değildir. Ancak hadislerin âmm-hâs, mutlak mukayyed, nâsih-mensûh gibi durumlarını, rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hallerini, adâlet ve zabt gibi vasıflarını bilmek gerekir.

Hadisleri ezbere bilmek şart olmayıp, ihtiyaç duyulan hadisleri yerinde bulabilecek durumda olmak yeterlidir (M. Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 382, 383).

4) Üzerinde icma veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek:

Üzerinde ittifak (icma) edilen konuları bilmek yanında, Sahâbî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilafa düştükleri konuları bilmek gerekir (Şafiî, er-Risâle. s.510). Ancak bütün icma yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapıları mesele hakkında icma veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 383 vd.). Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. Eş-Şîrâzî (ö. 476/1083)'nin el-Mühezzeb, ibn Kudame (ö. 620/1223)'nin el-Muğni, İbn Hazm (ö. 456/1063)'ın el-Muhallâ, Hafîd, İbn Rüşd (ö. 595/1199)'ün Bidâyetü'l Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adlı eserler bunlar arasında zikredilebilir.

5) Kıyası bilmek:

İctihad, bütün yönleriyle kıyası bilmeyi gerektirir. Hatta İmam Şafii'ye göre "ictihad kıyastan ibarettir" (Şâfii, a.g.e, s. 383 vd.). Kıyasın metodunu bilmek, nasslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nass'ı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek, şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:

a) Kıyasın dayanacağı asil hükmü bilmek; bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması lazımdır.

b) Kıyâs kâide ve prensiplerini bilmek: Meselâ, belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nass (ayet-hadis) üzerine kıyas yapılamaz. Hz. Peygamber'in dörtten fazla olan eş sayısına kıyas yapılarak hüküm çıkarılamaması gibi. Çünkü bu müsâade yalnız O'na âittir.

c) Önceki müctehidlerin kıyas metotlarını bilmek. Çünkü bu sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur (İsnevî, şerhu Minhâci'l-Usûl, İbn Emir'in Takriri kenarında, Mısır 1316, III, 310).

6) Hükümlerin amaçlarını bilmek: İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nass'ların değil; bütün nass'ların toplamından anlaşılabilir. Böylece, cüz'î bir meseledeki maksadı anlamak, küllî hükümleri ortaya koyan nass'ları anlamaya bağlıdır. İslâmî hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Âyette "biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyurulur (el-Enbiyâ, 21/107). İslâm'da güç ve sıkıntının giderilmesi, zorluğun değil, kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir gereğidir.

Şâtibî şöyle der: "İnsan, Allah ve Resulunün amaçlarını bütün meselelerde anlayacak bir dereceye gelirse, o, ilim öğretme, fetvâ verme ve Allah'ın bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (s.a.s)'in vârisi olma özelliğini kazanmış olur" (Şâtibî; a.g.e, IV, 106).

7) Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak: Müctehidin gerçek ve doğru fikirleri yanlış olanlardan ayırt etme yeteneğine sahip olması gerekir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 387, 388).

8) İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak:

Bütün büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmazdan önce ihlâs ve takvalarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse, gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Büyük imamların hepsi "bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir. Hâlis bir niyet, sahibini dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir. İslâm dini, ancak kalbi ihlâsla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir.

İtikadı bozuk olan kimse, bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; selîm bir kalb ile âyet ve hadislere yönelemez. Kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir.

İşte İslâm hukukçularının ittifakla müctehidde bulunmasını kabul ettikleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.

Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre ictihad bölünme (tecezzi) kabul etmez. Nikâh meselelerinde ictihad yapan kimse, ibâdet konularında başkasını taklid edemez. Yine ibadet konularında müctehid olan kimse, alım satım, nikâh ve talak gibi konularda başka bir müctehidi taklid edemez. İctihadla taklid bir kimsede birleşemez. Ancak müctehidin bütün şer'î meseleleri aynı derecede bilmesi mümkün olmayabilir. Birçok müctehid soruları bazı sorulara "bilmiyorum" diye cevap vermiştir. İmam Mâlik'in otuzaltı kadar soruya "bilmiyorum" diye cevap verdiği nakledilir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 400, 401).

Dayandığı kitap, sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye "taklid" denir. Fakat deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise "ittibâ" adı verilir. eş-Şevkânî (ö. 1250/1832)'ye göre, sahâbe, tabiûn ve etbâü't-tâbiîn içinden ictihad derecesine ulaşamayanlar muayyen bir müctehidi taklid etmiyor. onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittibâ ediyorlardı. Taklit bu nesillerden sonra zuhûr etmiştir (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda ictihad, Ankara 1975, s. 206). Müslümanlar arasında taklid yerine, ittibâ ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi toplumu giderek vahiyle, sünnetle ve icma-ı ümmetle karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda vahiy ve sünnet, toplum üzerindeki etkisini gösterir.

İctihadın hükmü gâlip zandır. Yani bir meselenin ictihad ile sabit olan hükmü yanılma ihtiali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Bir müctehidin devamlı isabet etmesi gerekmez. Hata etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden Ebû Hanîfe, "bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" derdi. imam Şâfiî de; "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü duvara çarpın" demiştir (Ebu Zehrâ. a.g.e, s. 388, 389). Mu'tezile'ye göre, l)er müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü hüküm, Allah nezdinde müctehidin ictihadına tabidir. Aksi halde insanlar güç yetiremeyecekleri bir yükümlülükle karşı karşıya gelmiş olur (Ömer Nasuhi Bilmen, lstılahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 243).

Müctehidlerin tabakaları:

Fıkıh usulü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar. ilk dört tabaka müctehid, diğerleri mukallid derecesindedir.

1) Şerîatte müctehid: Bunlara "mutlak veya müstakil müctehid" de denir. Bunlar hem müstakil usûl ve ictihad metodu ortaya koyan hem de bunlara göre fer'î hükümler çıkaran müctehidlerdir. Sahâbe fakîhleri, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbrahim en-Nehaî gibi Tâbiûn fakîhleri, Ca'fer es-Sâdık ve babası Muhammed el-Bakır, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Evzâî, Leys b. Sa'd, Süfyan es-Sevrî ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu tabakaya girer.

2) Müntesip mutlak müctehidler: Bunlar, eksiksiz olarak ictihad ehliyetine sahip, bazan usûl ve fürûda üstadlarına muhalif olmakla birlikte genel olarak bir müstakil müctehidin ictihad usûlünü benimsemiş olan müctehidlerdir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, Şâfiîlerden el-Müzenî, Mâlikîlerden Abdurrahman b. Kasım ve İbn Vehb bunlardandır.

3) Mezhepte müctehidler: Bunlar mensup oldukları mezhep imamına muhalefet etmezler. Ancak onun hükme bağlamadığı meseleleri ayni usul ve metodu kullanarak Kitap ve Sünnet delillerinden çıkarırlar. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrâzî bunlar arasında sayılabilir.

4) Tercih yapan müctehidler: Rivayet edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan fakihlerdir. Bu tabaka ile önceki tabaka arasındaki fark çok azdır.

5) İstidlâl sahibi müctehidler: Bunlar, görüş ve rivayetleri karşılaştırıp: "Şu görüş rivayet bakımından daha sağlam ve delili yönünden daha kuvvetlidir". "Bu görüş kıyasa daha uygundur" gibi açıklamalar yapmışlardır. Aslında bu üç tabakayı "tahrîc ve tercih yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündür (Ebu Zehrâ, a.g.e, 396, 397).

6) Hâfızlar tabakası: Bunlar taklid derecesinde olup, öncekilerin tercihlerini bilmede huccet sayılırlar. İbn Abidin bunlar hakkında söyle der: "Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivayet, mezhebin zahir görüşü ve nâdir rivâyet arasında seçme gücüne sahip kimselerdir. el-Kenz, ed-Dürrü'l-Muhtâr, el- Vikâye ve el-Mecma' gibi eserlerin müellifleri bu tabakaya dahildir. Bunlar kitaplarında reddedilmiş veya zayıf rivayetleri nakletmemişlerdir" (Ebû Zehrâ, a.g.e, 397, 398)*

7) Mukallidler tabakası: Bunlar Kitabı anlayabilir, fakat görüş ve rivâyetler arasında tercih yapamazlar ibn Âbidin şöyle der: "Onlar gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi bir araya getirmişlerdir. Bunları taklid edenlere yazıklar olsun" (İbn Âbidin, Şerhu Risâleti Resmi'l-Müftî, İstanbul, t.y. >. 5)


Hamdi DÖNDÜREN




LEDUN İLMİ VE TARİKAT EHLİ  

FORUM ALATURKA İSTANBUL 2007

SALİH FIRAT KIRKAĞAÇLI
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Forumda daha önce yazılan
Ledun İlmi ile ilgili 
Bir makaleye ithafen
Bu satırları kaleme aldık
Okuyunuz
Ledun ilmi ile ilgili 
Forumdaki yazıda ifade edilen
Bazı satırlar dikkatimizi çekti 
Ve gerçekten günümüzdeki 
Hak ve hakikatlerden alakasız müslümanların
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendiyi
Zerre kadar anlayacak kapasitelerinin olmadığı ortaya çıktı
Yazıyı olduğu gibi aktarıp daha sonra
Yorumlayacağız
Şimdi yazıyı aktaralım İnşallah 

" Tarikat yuvasında çay ocağına bakıyordu
Çay dağıtarak gelenlere hizmet ediyordu
Tarikat ehli olduğu biliniyordu 
Mektep medrese görmediğini
İlahiyat Fakültesi veya İmam-Hatip Lisesi gibi
Bir alt yapısı olmadığını
Cahil olduğunuda biliyorduk
Ancak,tartışılan bir konuda
İleri sürdüğü fikir ve düşünceleri dinleyince
Onun daha önce bahsedildiği gibi
Ledun ilmine vakıf bir tarikat ve tasavvuf ehli
Olduğu sonucuna vardık
Demekki söylenildiği gibi
Ledun ilmi okumakla olmuyormuş
Gökten gelen bir ilham ile oluyormuş
İslam alimi,İlahiyatçı veya Tarikat şehyi olacak kadar
Bilgiye sahip olabilmek için 
İmam-Hatipli olmaya
Veya İlahiyat Fakültesini bitirmeye
Kitap okuyup,mürekkep yalamaya gerek olmadığınıda
Böylelikle öğrenmiş olduk 
Peygamberimiz Hz.Muhammed sav Efendimizde
Okuma yazma bilmiyordu ve Ümmi idi "

Şeklinde bir yazı ile 20.yüzyılda 
Türkiye Cumhuriyeti içinde 
Okumadan ve ilim sahibi olmadan 
Tarikat ehli olunca
Ledun İlminede vakıf olunduğu ifade ediliyordu
Yani Ledun İlmini bilmek,öğrenmek için
Tarikat ehli olmak ve iman derecesi yüksek olmak
Yeterliydi deniliyordu
Ve Peygamberimizde okuma yazma bilmiyordu deniliyordu 

Biz kısaca şu yorumu yapalım
Öncelikle : 
Peygamberimiz Hz.Muhammed sav Efendimizin
Okuma yazma bilmediği ve cahil olduğu şeklindeki ifade
Yanlış bir ifadedir
Peygamberimiz Hz.Muhammed sav Efendimiz 
Okuma yazma biliyordu ve asla cahil değildi 
Bazı cahil insanların 
Kendi cehaletlerini mazur göstermek için
Başvurduğu yöntemlerden biriside
Peygamberimizin cahil olduğunu ileri sürmeleridir 

Tarikat eğitimi alanların  
Tarikat eğitiminde edindiği,bilgi ve iman ile birlikte
Sadakat ve takvasının yüksekliği ile  
Sabır ve gayretinin mükafatı olarak
Bilgisinin üstüne inşa edilen     
Allah tarafından insana bahşedilen
Ledun ilmine gelecek olursak
Bu kapsamdaki Ledun ilmi
Türk-İslam tarihinde
Orta-Asya'da
Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri
Daha sonra Yunus Emre
Selçuklu döneminde Mevlana ile
Daha sonraki yüzyıllarda
Osmanlı döneminde var olduğu bilinmektedir  
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri ile ilgili nakledilen
Ledun ilmi hadisesi
Osmanlı'nın son dönemi ile nihayete ermiştir 
Osmanlı Devletinin çöküşü ile birlikte
Kurulan 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 
Yasalarına göre
Osmanlı dönemindeki bilinen gerçek şekli ile
Tarikat zaten yoktur
Kurulmamıştır ve kurulamaz
Cami derneği veya islami vakıf gibi isimlerle 
Devlet tarafndan yasalara uygun şekilde
Ruhsatlandırılan yerler ile
Tarikatlerin,uzaktan yakından ilgisi ve alakası yoktur
Tüm kurumlar devletin bilgisi dahilindedir 
Olaki böyle bir şey olursa
Yani tarikat benzeri bir kurum 
Denetlemelerde ortaya çıkarsa,anında kapatılır
Faaliyetten men edilir
Ve bir daha aynı statüde
Kesinlikle açılamaz

Bizim anladığımız şekliyle 
Cumhuriyetten önce 
Tarikatlerin kendine has
Bir eğitim ve öğretim sistemi vardı
Bu sistemin üstüne
Ledun ilmi Allah tarafından bahşediliyordu 
Bu sistem zaten günümüzde mevcut değildir
Ve mevcut olamaz
Yani Tarikat eğitiminin üstüne eklenen 
O eğitimin akabinde
Allah tarafından bahşedilen  
Ledun ilmi,artık eski tarikat sistemi
Mevcut olmadığından
Tarikat ehli olmakla
Gelen bir ilim değildir 
Allah elbette isteyene,her türlü ilmi bahşeder
İslami eğitim alırsınız  
Bu ayrı bir konudur
Ledun ilminin tarifi bu değildir 
 
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendi gibi 
Motor ve makine eğitimi alırsınız
İslami yöndende kendinizi geliştirirsiniz
Bu ayrı bir konudur
Bazı kişilerin,Ledun ilmine sahip olarak adlandırdıkları 
Bazı islam alimlerinin veya bazı tarikat ehli diye
Nitelendirilen kişilerin 
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendinin
Seviyesinde asla olamadıklarını 
Ufuklarının geniş olmadığını
Ve geleceği göremediklerini biliyoruz 

Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendinin 
Tarikat ilmi ilemi
Ledun ilmine sahip olanlardan
Daha üstün olduklarını sanıyorsunuz
Hocaefendi bilim ve teknoloji eğitimi ile 
Çağlara hükmetmektedir  
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendininde
Mürşidi olduğu ifade ediliyor
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendinin mürşidi
Öncelikle bilim adamlarıdır
Bildiğimiz tarikat şeyhleri gibi
Bir mürşidlik hadisesi değildir

Osmanlı Devletinin yıkılışı ile
Dünyada ve Orta-Doğuda
Türk-İslam coğrafyasında
Aziz Türk milletinin ve islamiyetin
Hükümranlığı yok olmuştur 
Her yerde kan ve göz yaşı vardır 
Madem,Osmanlının son dönemindeki
İslam alimlerinde  ve tarikat ehlinin tümünde  
Ledun ilmi vardı
Osmanlının yıkılışına neden engel olamadılar
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu 
Madem,tarikat ehlinde Ledun ilmi var
Bayraktar SİHA üreterek
Vatanımızı neden koruyamadılar

Kısacası günümüzde
Bazı sözde tarikat ehlinde,var olduğu ileri sürülen 
Manevi bir iklim ile sunulan
Ledun ilmi 
Aslında günümüzdeki islami ve nazari bilimlerden habersiz 
Cehalet içinde olanların 
Cehaletlerini mazur göstermek için
Sığındıkları bir limandır 
Bu şekilde kendilerini üstün göstermeye çalışmaktadırlar 

Hem tarikat ilmini alamayacaksın
Hem islami ilimler olarak adlandırılan
Kur'an Hadis Kelam Fıkıh Akaid vesaire
İlimleri bilmeyeceksin 
Hem nazari ilimlerden zaten bihaber olarak yetişeceksin 
Bir Bayraktar veya yerli otomobil üretecek
Mühendislik zekan zaten mümkün değil olamayacak
Ondan sonra " Ben cahil değilim,Ledun İlmine sahibim " diyeceksin
Hiç bir konuda emek ve çaba sarf etmeyene
Adaletli olan Rabbimizin
İlim tahsis etmesi mümkün değildir  
Kul istemedikten ve gayret etmedikten sonra
Allah insana ilmi nasip etmez 
Önce ilim tahsil edeceksinki
Daha üstün ilmi Rabbimiz tamamlasın

Osmanlı döneminde medreseler vardı
Şimdi İlahiyat Fakülteleri var 
Medreseler artık olmadığına göre
İslami ilimleri fakültelerden ve belki tez hazırlayarak
Doktora yaparak,yıllarca emek vererek 
Elde etmeye çalışan
İlim adamlarının yanında kalarak
Siyonizm nedir bu konuyuda inceleyerek  
Prof.Dr.Necmeddin Erbakan Hocaefendiden öğrenerek
İlim sahibi olunması akla ve mantığa uygundur
Bunların hiç birisi olmadan
Güya,tarikat adı altındaki yerden,tesbihat alarak
Emeksiz çabasız kısa yoldan 
Ledun İlmi sahibi olunacağını iddia etmek
Siyonizm nedir bilmeden 
İslamdan bahsetmek havanda su dövmektir  


LEDUN İLMİ VE TARİKAT EHLİ  

FORUM ALATURKA İSTANBUL 2007iyat 

SALİH FIRAT KIRKAĞAÇLI 
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 






LEDUN İLMİ VE ÖMER NASUHİ BİLMEN 

https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/77077/son-devrin-fakihi-omer-nasuhi-bilmen-sinifta-veremedigi-cevabi-otobuste-verdi/

Diyanet reisliğini de yapmış olan

Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’nin
Dini, fıkhi, İslâmî fevkalade kıymetli ve ehemmiyetli eserleri olup
Kuşkusuz Osmanlı’nın yetiştirmiş olduğu son büyük alimlerindendir
Üstâd Bediüzzaman hakkındaki görüşü
Veciz bir iki cümleden ibarettir
Bunu da nakil ve rivayet eden
Gazeteci-yazar Vehbî Vakkasoğlu’dur. şöyle anlattı :
“Hocamız Ömer Nasuhi Efendî
Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Kelâm hocalığı yaparken
Bir talebe arkadaşımız, bir gün hocamıza
Ders esnasında şöyle bir sual tevcih etti :
“ Hocam Sizin de eserleriniz var
Neden bunları okuyanlar bir “Nasuhîcilik” meydana getirmiyor
Eserlerinizi alan götürür, kütübhanesine kor
Herhangi bir hareket göstermez.
Amma Risale-i Nurları okuyanlar bir bakarsınız
Hemen birbirlerini buldular ve bir hareket ve faaliyet içine girdiler.
Bunun sebebi nedir ”
Hocamız Ömer Nasuhi Efendi :
“Bunun cevabını burada değil, hususi bir yerde vereyim” dedi.
Ve kitapları çıkınlayarak dersten çıktı.
Biz de arkasına düştük.
Fatih’teki otobüs durağında, otobüse bindi.
Biz de aynı otobüse bindik.
Otobüs içinde de bizi görünce
Sual soran arkadaşımızı eliyle işaret ederek yanına çağırdı
Bizde yaklaştık ve Hocamız :
Oğlum Said-i Nursi'nin kulağına yukardan üfleyenler varBizim eserlerimiz ise, mevcutlardan bir derlemedir.
İşte sebebi budur ” dedi .



LEDUN İLMİ VE EĞİTİM 

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1696

Ledün ilmi veya ilm-i ledün, okuyarak öğrenilmez. Allahü teâlânın ihsanı ile kalbe ilham edilen, ilahi sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte, akla ve nakle zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olanlar, hadiselerdeki gizli sırları ve hikmetleri bilir. Kur'an-ı kerimde, (Kehf) suresinde bu husus açıkça bildirilmiştir.

Sual: Bâtın ilmi diye bir ilim yoktur. Arapça batn, karın yani insanın içi demektir. Buna dalak, ciğer, bağırsaklar ve pislik dahildir. Bu bakımdan bâtın ilmi veya bâtıni ilim diye bir ilimden bahsetmek yanlıştır. Bâtın ilmi varsa, Kur’an ve Sünnetten delil verebilir misiniz?
CEVAP
Her kelimenin tek manası olmaz. Bâtın kelimesi de öyledir. Bâtın esma-i hüsnadan, yani Allahü teâlânın isimlerindendir. Kur’an-ı kerimde mealen, (O evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır, O, her şeyi bilendir) buyuruluyor. (Hadid 3)

Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Din bilgisi iki kısımdır: 1- Kalbde olan faydalı ilimler. 2- Dil ile anlatılan zahiri ilimler.) [Hatib, Süyuti]

(Elbette Kur’anın zahiri ve bâtıni manası vardır.) [İbni Hibban]

(Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrarından bir sır, hikmetlerinden bir hükümdür. Allah onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.) [Deylemi, Süyuti, Münavi]

(Zahir ve bâtın ilminde âlim olanlar, enbiyanın vârisleridirler.) [M. Nasihat]

(Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidir. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir.) [M. Nasihat]

Taha suresinin (Rabbim ilmimi arttır de) mealindeki 114. âyeti, bâtın ilminin artmasını istemek olduğu tefsirlerde bildirilmektedir.

Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Malik buyurdu ki:
(İlmi zahire malik olan, ilmi bâtına kavuşabilir. Zahir bilgisi olan kimse, ilmi ile amel ederse, Allahü teala, ona bâtın bilgisi ihsan eder.)

Ali bin Muhammed Vefanın ârifane sözlerine şaşırıp kalan imam-ı Ömer Bülkini, bunları nereden öğrendin deyince, Bekara suresindeki, (Allah’tan korkun! Allahü teâlâ, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir) mealindeki 282. âyeti okudu.

Ebu Talibi Mekki buyurdu ki:
(İlm-i zahir ile ilm-i bâtın, birbirlerinden ayrılmazlar. Beden ile kalbin birlikte bulunması gibidirler. Bâtın ilimleri, arifin kalbinden kalblere akar.)

(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifi ile bildirilen âlimler, bildikleri ile amel eden, takva sahibi olan, Peygamberlerdeki ilimlerin hepsine kavuşan hakiki âlimlerdir.

İmam-ı Münavi, imam-ı Gazali’den naklen bildiriyor ki:
Ahiret bilgisi iki türlüdür: Biri keşifle hasıl olur. Buna İlmi mükaşefe [İlmi bâtın] denir. Bütün ilimler, bu ilme kavuşmak için sebeplerdir. İkincisi İlmi muameledir. İlmi bâtından nasibi olmayanın imansız gitmesinden korkulur. Bundan nasip almanın en aşağısı, bu ilme inanmaktır. Bid’at ehline bâtın ilmi nasip olmaz. Bâtın bilgisi, temiz kalblerde hasıl olan bir nurdur. (Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidirler. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir) hadis-i şerifi, bâtın ilimlerini göstermektedir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için herkese lazım olan İlmi hâl bilgileri öğrenilip amel edilince, ilmi bâtın hasıl olabilir. (Hadika)

Kur’an-ı kerimden iki kıssa
Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
İlmi bâtından habersiz olanlar, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve sapıklık sanıyorlar. Anlamadıkları marifet bilgilerine inanmıyorlar. İbni Arabi, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin Rumi, Seyyid Ahmed Bedevi, imam-ı Şarani ve imam-ı Busayri gibi tasavvuf büyüklerine dil uzatıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmayan Muhammed aleyhisselamın dininin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ehli ve sapık denir. (Hadika)

Süleyman aleyhisselam, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter” dedi. İlmi ledün [ilmi bâtın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40)

[Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.]

Kehf suresinde ledün [bâtın] ilmi hakkında bahsedilen kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, onu bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına geldiler. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti.

Hazret-i Musa, denilen yerdeki zatı görüp ona, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bu yüzden de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın” dedi.

O zat, ücretsiz bindikleri gemiyi delince, günahsız çocuğu öldürünce ve bir duvarı ücretsiz yapınca Hazret-i Musa sebebini sordu. O zat, “Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri gasp ediyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik ettik. Günahsız çocuğun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayıp ana babasına zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim. Doğrulttuğum duvar, yetimlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, başkaları alacaktı. Yetimlere de bir iyilik etmiş olduk.

Musa aleyhisselama ilm-i bâtından bahseden o zatın evliyadan Hazret-i Hızır olduğu bildirilmiştir. Kur'an-ı kerimdeki bu iki kıssa, bâtın ilmine sahip keramet ehlinin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. İlm-i bâtın, ilm-i zahirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, Ulema-i rasihin denir.

Hazret-i Ebu Hüreyre, (Resulullahtan iki ilim aldım. Birini size bildirdim. İkincisini bildirmedim, çünkü anlayamazsınız) dedi. Birincisi, İlm-i zahir, ikincisi İlm-i bâtın’dır. Bunu ancak, evliya ve sıddıklar bilir



LEDUN İLMİ VE RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI

https://sorularlarisale.com/bediuzzamanin-ilmi-ledun-ilmi-midir

Ledun ilmi  Kuran-ı Kerimde
Hz.Musa a.s ın Hz.Hızır as. ile yaptıkları
Seyahat münasebetiyle şöyle geçer : 
Hz. Musa (as), Hz. Hızır’ın özel ilminden istifâde etmek için O'nun yanına gider. Beraber ibretli bir yolculuk yaparlar. Önce bir gemiye binerler, Hz. Hızır, gemiyi baltayla yaralı hale getirir, geri dönerler. Yolda giderken rastladıkları bir çocuğu, Hz. Hızır öldürür. Bir beldeden geçerken yiyecek isterler, kimse bir şey vermez. Hz. Hızır, beldeden çıkacakları zaman, yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa (as), gördüğü olaylar karşısında dehşet içinde kalmıştır. Hz. Hızır, olayların içyüzünü şöyle açıklar:

'Gemi biraz daha yol alsaydı, ilerde korsanlar ele geçireceklerdi. Ben gemiyi kurtarmış oldum. Çocuk eğer yaşasaydı, salih anne-babasına zarar verecekti. Rabbin istedi ki, o çocuğu onlardan alsın. Onun bedeline daha hayırlısını versin. Duvara gelince, altında iki yetime ait hazine vardı. O hazineyi, ilerde o iki yetim bulmaları için böyle yaptım. Bütün bunları kendi arzumla yapmış değilim. Allah’ın emriyle gerçekleştirdim.' " (bk. Kehf, 18/60-82)

Bu olayda ilk dikkati çeken hususlardan birisi, Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır’ın ilimlerindeki farklılıktır. Hz. Musa, şeriat ilminde bir denizdir, Hz. Hızır da, ilm-i ledünde. Hz. Hızır’ın ilmiyle ilgili olarak, âyette şöyle denilmekte:

“Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 18/65)

Âyetteki “Ledün” ifâdesinden hareketle, zamanla bu tür sırlı bilgilere “İlm-i ledün” denilmiş. Böyle bir bilgi, özel bir bilgi türüdür. Olayların iç yüzüne vukufiyet, zâhiren çirkin görünen hâdiselerdeki güzelliği görmek, bu ilimle mümkündür. Tarih, coğrafya, fizik gibi ilimleri kitaplardan veya öğretmenlerden öğreniriz. İlm-i ledün ise, İlâhî menşeli ilhama mazhariyetin neticesinde kendini gösterir.

Bediüzzamanın yazdığı Nur Risaleleri, bugün dünyanın belli başlı dillerine tercüme edilmiştir ve çok geniş kitleler tarafından okunmaktadır. İslâmi ilimlere vâkıf olan kimseler bu eserleri okuduklarında onda Ledünni sırlar da olduğunu görmektedirler. Ama bu, "Nur Risalelerinin tamamı Ledünni sırlarla doludur." anlamına gelmemektedir


TARİKATLARIN İNSANLAR VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ BASKISI
FORUM ALATURKA İSLAM İSTANBUL
FIRAT MEHMED YILDIRIMLAROĞLU
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını Ve dolayısıyla İslamiyet'in zarar görmesini sağlayan Ve bu yaptığı hataların nelere mal olduğunu hala göremeyen Bazı tarikat türü topluluklar Aslında Siyonizm tarafından Hristiyanlığın yozlaşması ve aslından şapmasını sağlayan Dolayısıyla Siyonizmin çıkarlarına hizmet eden Ruhbanlık ve engizisyon sınıfının farklı bir versiyonudur Siyonizm her türlü dinin ve elbette İslamiyet'in içine girerek Müslümanların bölünüp parçalanmalarını Birbirleriyle çatışarak yok olmalarını Siyonizmin amaçlarına hizmet etmelerini Ve müslümanların sömürülmelerini sağlamak amacıyla Mezhep Tarikat Cemaat vesaire toplulukların Kurulup yayılmalarını desteklemiştir Siyonizm,İslamiyet ile ilgisi alakası olmayan Bazı tarikat ve cemaat türü toplulukların İçinde faaliyetlerini sürdürmektedir Siyonizmin amacı tarikatler ve cemaatler vasıtasıyla İslam dinini aslından saptımak Müslümanları sömürmek ve çatıştırmak Devlete zarar vermek ve çökertmektir
FIRAT MEHMED YILDIRIMLAROĞLU 

https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin/2020/06/19/tarikatte-kadin-ruyalarla-mertebe-atliyorduk/?fbclid=IwAR36lJUURlWDIhD0TBkkjTwjKJ4smkbukrrvITVmtrrKuoxYrFxsDQxOI0g

 

 Türkiye’deki onlarca tarikat ve cemaat aynı zamanda yoksul mahallelerde yaşayan çoğu kadının sosyalleşebilmek için tek alanları. İstanbul’da yaşayan bir kadın bu durumla ilgili şunları söylüyor: “Hem yeni arkadaş ortamlarına girme hem de başka semtleri görebilme şansımız oluyor. Birçok kadın yaşadığı muhitten dışarı çıkmayı bu sayede yapabiliyor. Hem kocaları da izin veriyor. Cemaatler kadınların statü alabildiği, toplum tarafından hesap sorulmayan hatta takdir edildikleri alanlar."

"Bir anne çok hızlı bir şekilde kız çocuğunun Kur’an kursuna gitmesini istiyor. Çünkü bu annenin takdir edilmesine neden olur. Kısa yoldan elde edebileceği bir statü sağlıyor. Bir gururlanma hali oluyor. Benim böyle oldu..."

Filiz Gazi  fgazi@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – Türkiye’de onlarca tarikat var. En yaygın olanlar Kadiriliğin ve Nakşibendiye’nin çeşitli kolları. Süleymancılar gibi tarikat olmayan dini cemaatler de bulunuyor. Birbirleriyle de rekabet eden bu toplulukların devlet içinde ne kadar söz sahibi oldukları bilinmiyor. Ancak “biri güç kaybedince diğeri geliyor” algısı güçlü. Konunun siyasi ayağı üzerine onlarca kitap yazıldı. Ve fakat tarikat ve cemaatlerin kadınların hayatındaki rolü çok gündeme gelmedi.

İstanbul’un kimi semtlerinde -ki bunlar daha çok yoksul mahalleler- yaşayan kadınlar bu topluluklar aracılığıyla dini sohbetlere katılıyorlar. Konuştuğumuz bir kadın, “Kadınların çoğu okuma yazma bilmeyenler. Onların da suçu günahı yok çünkü öyle bir çevrede doğmuşlar. Sosyal aktivitesi olmayan, okuma yazması olmayan bir kadının, kocasına her gün yemek yapmak ve çocuk doğurmak zorunda olan bir kadının nasıl bir hayatı olabilir?” diyerek anlatmaya başlıyor. Bir diğer kadın da benzer şekilde, “Ancak oralarda statü elde edebiliyorlar” diyor.

Konuştuğumuz kadınlar yıllarca bu yapıların içinde olup sonra bir şekilde ayrılmışlar. Anlattıkları bazı şeyleri yazmamamızı rica ediyorlar: “Buradan anlaşılır benim olduğum. Yazma…”


‘RÜYALARLA MERTEBE ATLIYORDUK’


İstanbul’da yaşayan, orta yaşlarda bir kadın anlatıyor: “Hem yeni arkadaş ortamları hem de başka semtleri görebilme şansı. Birçok kadın yaşadığı muhitten ancak bu sayede çıkıyor. Hem kocaları da izin veriyor. Cemaatler kadınların statü alabildiği, toplum tarafından hesabının sorulmadığı, takdir edildiği alanlar. Saygınlık elde etme yeri orası. Bir anne çok hızlı bir şekilde kız çocuğunun Kur’an kursuna gitmesini istiyor. Çünkü bu annenin takdir edilmesine neden olur. Kısa yoldan elde edebileceği bir statü sağlıyor. Bir gururlanma hali oluyor. Benim böyle oldu.”

11 yaşında sübyan okuluyla başlamış. Oradan başlıyor anlatmaya:

“Sabah namazından sonra dizimizin üstüne çökerdik, elimizi kalbimizin üzerine koyar, çoğu kez uyuyaya kalırdık, rüyamızda Süleyman Hilmi Tuna Han’a ulaşmaya çalışırdık. Her geçen gün ona ne kadar ulaşabiliyorsak, onu ne kadar görebiliyorsak o kadar ilerlemiş oluyorduk. ‘Rabıta’ bizim Allah’ın huzurunda kabulümüzdü bir yerde. Bir ölüyle onların deyimiyle iletişime geçmek… Hocamıza rüyamızı anlatıyorduk. Hocamız da yorum yapıyordu. Bu rüyalarla mertebe alıyorduk. Sonrasında ‘hoca’ oluyorduk. Ben erişemiyorum demiştim. Küçüğüm. Oyun çağı diyorlar ya… Allah beni sevmiyor, istemiyor, Allah beni ne zaman sevecek diye düşünürdüm.”


‘10 YAŞINDA ÇOCUKSUN, KURT AYIKLIYORSUN’


İtaat etmeyen her çocuğun dayak yediğini söylüyor: “Küçük, yürüyen hayvanlardan hâlâ nefret ediyorum” diyor ve sebebini paylaşıyor:

“Bazı kurumlar yurtlara ekmek bağışlar. İki gün öncesinden kalmış ekmekler. Kuru ekmek orada Allah’a şükür etmenin bir temsiliydi. Kuru ekmeği yemediğinde ‘çık, yeme’ diyordu, inat edersen dayak yiyordun. Kur’an’ı makamlı, tecvidli (usüllü) okumayınca da ceza alır, dayak yerdik. Ellerimi uzatırdım. Alışmıştık da… Sabahları kepçeyle ranzalara vura vura bizi sabah namazına uyandırırlardı. Uykumuz kaçsın diye. Yurda çocuklar yesin diye yemek getirirlerdi. Hocalar bu yemekleri kendilerine ayırır asla paylaşmazlardı. Onların özel buzdolapları vardı. Koca koca tencerelerde makarnaları, çorbaları biz yapardık. En unutmadığım şey… Bakliyat çuval çuval geldiği için kilere bırakılırdı ve kurtlanırdı tabii… O kurtları ayıklayıp, çorba yapardık. Hâlâ nefret ederim küçük, yürüyen hayvanlardan. 10 yaşında çocuksun ve kurt ayıklıyorsun. Bunlar aklıma geliyor… İntikam, hınç gibi duygularım yok ama çocukların bu gibi yerlerden uzak durabilmesi için her şeyi yaparım. Tarikatlar, cemaatler sınıfsal da bir mesele. Yoksul ailelerin kız çocukları o kurslara veriliyor. Resmen karanlık bir kuyu orası… Sürekli eziyet gibi… Hayattan tat almak, ahirete ihanet etmek gibi, imanı zayıflatan bir şey gibi. Çocukken bunu öğreniyorsun. Kız çocuklarının okumasının izni yoktu. Şimdi açık öğretimde okumaya izin veriliyor.”


‘DUŞ YASAKTI, BİRBİRİMİZLE CİNSEL MÜNASEBETİMİZ OLDUĞUNU SÖYLERDİ’


20’li yaşlarında başka bir tarikata geçmiş. “Arayış içindeydim” diyor. İstanbul’un bir semtinde 12 ay kaldığını anlatıyor:

“1 yıl medrese eğitimi aldım. Ben vakıfeydim. Evlenmemek şartı vardı. Kendini vakfediyorsun, rahibe gibi… 12 ayda toplasan belki 10 kere dışarı çıkmışımdır. İki katlı, dubleks bir yerdi. Üst kat yatakhane, alt katta iki sınıf vardı. Küçücük bir yerde, 10 kadındık. Bütün cemaatlerde böyle. Eğitim aldığınız dönemde en fazla ayda bir dışarıya çıkma hakkınız vardı. Televizyon halen yok. Ben cep telefonu kullandığım için, Facebook sayfam olduğu için defalarca kez uyarıldım. Fotoğraf koymak yasaktı. Halen yasak. Başımızda olan kadın korkunçtu. Bugün hâlâ ona karşı öfke duyuyorum. Psikolojik şiddetini halen unutamıyorum. Her hafta kaç kez duş aldığımızı hesaplardı. Birbirimizle cinsel münasebetimiz olduğunu öne sürerdi sık duş aldığımız için… Yaz ayında bile ‘haftada birden fazla duş almayacaksınız’ demişti. ‘Görmediğim yerlerde ilişki yaşıyorsunuz’ derdi. Öyle bir yurtta kalıyorsunuz ki banyonun camları dahi boyanmış oluyor. Her şey planlı. Sana ait tek zaman yatakta uykuya daldığın zaman.”

“Geldiğim yerde annemin de ürktüğünü fark ettim. Geniş pardesüler giyerdim. Her cemaatin kendine göre bir giyim tarzı vardır. Hepsinin ayrı ayrıdır. Bugün sokakta gördüğüm kadının kıyafetinden hangi cemaate mensup olduğunu anlayabiliyorum. Erkekler kamufle edebiliyorlar kendilerini.”

Konuştuğumuz bir başka kadın “ses kaydından” korktuğu için anlatmak istemiyor. “İslami bir mesele. Başka yerde o ses kullanılırsa” diyor. Şu kadarını paylaşabiliyor: ‘Bir pardesü tutturdular. Ölçüleri verdiler. Bir başladılar diktirmeye artık arkası gelmedi. Yok bu olmadı, 1 metre 10 cm. olacak. 3 cm. pilesi olacak. Diktirdim iki tane ‘yok bunlar olmamış’ dediler.” O da ayrılma kararı almış zamanla.


‘ÖLÜNÜN YIKAYICIYA TESLİM OLDUĞU GİBİ TESLİM OLACAKSIN DİYOR’


Bir başka kadınla telefonla konuşuyoruz. “Konya’da Seydişehir var. Hacı Abdullah Efendi’nin kabri… Edirnekapı’da yatan Yönenli Mehmet Efendi var. Silsile oradan geliyor. Silsilenin en başı Hz. Ebubekir efendimiz” diyor. “Tasavvuf yolu çok güzel bir yol aslında” diye ekliyor. “Öğretmenin sana öğretiyor, sen de öğrencilerine…”

Güzel başladığını söylediği bu yolda zamanla kafasında soru işaretleri uyanmaya başlamış ama konuşmasının sonunda tasavvuf yolundan vazgeçmediğini bilhassa belirtiyor.

“Kur’an’ı öğrenmek amacıyla gittim. Zamanla beni içlerinde görmek istediler. Kadınların çoğu okuma yazma bilmeyenler. Onların da suçu günahı yok çünkü öyle bir çevrede doğmuşlar. Sosyal aktivitesi olmayan, okuma yazması olmayan bir kadın… En fazla kocasına her gün yemek yapmak ve çocuk doğurmak zorunda olan bir kadının nasıl bir hayatı olabilir? Böyle ortamlara giriyor. Girdiği anda da her şeye sonuna kadar kanıyor. Dernek kurmak gibi düşün… İnan ki üç kadın toplarım, üç kere ‘Allah’ diye bir bağırırım, bir ağlarım ondan sonra ne olur biliyor musun, o üç kadın 15 kadın olur bir dahaki haftaya. Allah’a inanan bir insan olarak bu kadar yalan konuşulabileceğine inanmıyorsun. Benim yıllarca içlerinde kalma sebebim buydu. En basiti sana diyor ki: ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.’ Mürşit öğretmen demek, kılavuz demek. Cennete kavuşmak için mürşide ihtiyacın var, eğer yoksa şeytan seni daha çabuk kandırır. Seni böyle bağlıyor. Ondan sonra ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi ‘teslim olacaksın’ diyor. Teslim olmazsan istersen bu yolda 50 yıl kal, hiçbir hedefe ulaşamazsın diyor. Bir insan Allah’a teslim olur değil mi? Peygambere bile teslim olmaz. Gerçek mürşitse amenna, değilse ne yapacaksın? Soru işaretleri vardı kafamda ama beni şeytan mı kandırıyor diye düşünüyordum. (Ayrılma sebebini anlatıyor. Bu kısmı kimliğini açık edebilir diye yazmıyoruz) Kendin uzaklaştığın zaman sana ‘sen kendin çıktın’ demiyorlar. Arkada kalan cemaate diyorlar ki, burası peygamberin kürsüsü, bir yanlışı vardı demek ki ilahi bir şekilde uzaklaştırıldı. Bir ağ kurulmuş, benim mahallede 3-4 kadın görevlendirilmiş. Yeşilpınar’da bir kadın, Gazi’de bir kadın, Arnavutköy’de bir kadın… Çatalcalara kadar kol var. 70’den fazla kürsü var. Kürsü dediğim mahalleler. 70’den fazla görevlendirilmiş kadın var. Onun adı da ‘ders başı’ oluyor. Ders başı dediğim kişiler büyük hocaya sormadan çarşıya pazara bile çıkamazlar. Her şeyi ona soruyor ama her şeyi… Bizimkisi kadınlardan oluşuyordu. Mürşidimiz kadın. Diğerleri kadından mürşit olmaz diyor. Kadından öğretmen var, astronot var neden mürşit olmasın? Kadın Allah’ın kulu değil mi? Ayrıldıktan sonra beni kimse aramadı. Bir kadın gönderdiler sadece. Her şeyi anlattım. Seni şeytan kurcalıyor dedi. Şu anda bana selam vermiyorlar. Rüyaların anlatıldığı tarikatlar var. Bizde yoktu. Eşek gördüm diyorsun, o sana bağırıyor, çağırıyor. Bu mahallede görevlendirilen kadın kendinden 30 yaş büyük bir kadını azarlıyor mesela. Rüyasında gördüğü şey için, günah işledin sen, işaret bu diye. Bunlara inananlar var. Ben yolumdan çıkmadım, uzaklaşmayı tercih ettim. Samimi mürşidi bulana kadar yürüyeceğim.”


AYŞE ÇAVDAR : TARİKATLAR ADANMIŞLIK VE SADAKAT İSTER


“Yalnız İslam’da değil, her dinde tarikatlar ve cemaatler, içinde bulundukları zaman diliminde verili dinin, hukukun ve devletin merkezi otoritesine yerel meydan okumalar olarak ortaya çıkar ve sonra yayılırlar. O yüzden çıkış noktasında her tarikat, her cemaat isyankârdır ama kalabalıklaştıkça kendisi de bir hegemonik projeye dönüşür. Her neye muhalefet olarak çıktıysa onun yerini almaya, yapamıyorsa onun altını oyarak, adeta kemirerek kendi yaşam alanını genişletmeye koyulur. Bunun için de muhalefet ettiği merkezi otoritenin eksik-gedik bıraktığı işlere talip olur, o yapıya zayıf noktalarından dahil olmanın yoludur bu. Yoksullara yardım, esnaf arası dayanışma, çocuklara eğitim, sağlık hizmetleri, mahallenin dirlik düzeni, gençleri ‘everip’ yuva sahibi etme, uygun bir semtte eve, öldürmeyecek kadar maaşla bir işe yerleştirme, artık aklınıza ne geliyorsa… Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler 1990’larda, o dönemin kriz koşullarında devletin gücünün yetmediği, zaten çok da umursamadığı hane halkları için çözümler üreterek büyüdüler. Dergâhlarda, camilerde kurulan dayanışma sandıkları iflas eden esnafın meselesini çözdü, çalkalanmakta olan bankacılık sektörüne ezdirmediler kendi müritlerini ve takipçilerini. Birçokları ilk işlerini o dayanışma sandıklarından aldıkları paralarla kurarak piyasa aktörüne dönüştüler. Buna karşılık müthiş bir sadakat ve adanmışlık sundular tarikatlarına ve cemaatlerine. Tarikatlar ve cemaatler siyasi müzakerede ellerini böyle güçlendirdiler.”

Çavdar, “Yoksulların ve kadınların kişisel hayatlarındaki karşılıkları da buradan yola çıkılarak bulunabilir” diyor ve bunu şöyle açıklıyor:

“Tarikatlar kadınlar için saygınlık, korunaklı olarak başka mahalleleri görme, başka kadınlarla tanışma, dolayısıyla sınırlandırılmış da olsa kendisininkinden daha geniş bir hayata açılabilecekleri kanallar sunarlar. Buna karşılık adanmışlık ve sadakat isterler. Her bir mürid tarikatın hem ekonomik hem siyasi işlerinde insan kaynağını oluşturur. Mürit, tarikat/cemaat için hem siyasi merkeze muhalefetini ya da onunla müzakeresini yürütürken güç alacağı kalabalığın bir parçasıdır hem de daha da çok insan ‘kazanmak’ için kullanacağı insan kaynağı, yani ‘agency’dir. Her bir mürit, tarikatın/cemaatin siyasi ve ekonomik sınırlarını ve rekabet gücünü kendi hayatının kapsamı ve liyakati ölçüsünde genişletir.

BERRİN SÖNMEZ : ‘SPİRAL YÜZÜNDEN ABDESTSİZ GEZİYORSUNUZ’ DENİLDİĞİNİ DUYDUM
 

Gazete Duvar yazarlarından Berrin Sönmez ise mahallerdeki bu ‘ağları’ şu sözlerle değerlendiriyor:

“Mutaassıp çevrelerde kadınların hiçbir şekilde toplumla birey olarak sosyal ilişki geliştirmesine izin verilmiyor. En fazla kadınlar ailelerinden mahalle camisindeki Kuran kursuna gitme izni alabiliyor. Orası da bir sosyalleşme alanı oluyor ama bu kapalı cemaatlerin kendi içerisinde oluşturdukları ağlar meselesini ben daha çok Fethullah Gülen cemaatinden hatırlıyorum. Oradan bildiklerimiz de var. Özellikle kadınların sıradan beklentilerinin günah sayıldığı, onlardan uzak tutulduğu yapılardı. Bir arkadaşımın katıldığı sohbette, kadın hoca ‘Spiral taktırıyorsunuz. Bu spiraller yüzünden gusül abdestiniz kabul olmuyor. Abdestsiz geziyorsunuz’ demişti. Arkadaşım telaşla ‘gerçekten böyle mi’ diye sormuştu. Bedenin 12 cm içindeki rahimden bahsediyoruz. Gusül abdesti bedenin dışının yıkanmasıdır. Alakası yok… Kadınları bu şekil kontrol altında tutuyorlar.”

Sönmez konuştuğumuz kadınlardan birinin kadın mücadelesine getirdiği, “Bu mahallelerdeki kadınlardan bihaber kadın mücadelesi mi var sahiden” eleştirisini ise şöyle değerlendiriyor :

“Yıllardır kadın hareketinin içindeyim. Severler, olmamı da isterler ama ona rağmen ‘muhafazakarları kazanmak zorunda değiliz’ gibi laflar duyuyorum. Az önce katıldığım toplantıda da duydum. Toplumun her kesiminin desteğini almak zorundayız. Öyle bir lüksümüz yok. Kendi konforlu alanlarımızda kendi kendimizi tatmin edecek şekilde yaşama isteği… Bu da ayrı bir gettoda yaşama arzusu. Başkent Kadın Platformu’nda hep gettolarda çalıştık. Genellikle Kuran kurslarına gelen kadınlarla yaptık çalışmalarımızı. Bizim dışımızda oralarda çalışan örgüt görmedim. Ta ki Suriyeli göçmenlerin gelmesi ve AB fonlarının göçmenlerle ilgili çalışmalara verilmesiyle bu durum değişmeye başladı ama göçmenler özelinde kaldı. Aynı muhitteki yerleşiklerle çalışmalar halen yapılmıyor.”

 



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol